Tamamen tesadüf eseri bu mekana geldik. Bisikletlerimize binerken bir mola verip biraz dinlenmeye karar verdik. Yakınlarda hoş, rahatsız etmeyen bir müzik çalıyordu. Bu bizim için yeni bir şeydi, çünkü seyahatimiz boyunca her yerde coşkulu Türk müzikleri duyuyorduk. İçeri girip bir bakalım dedik. Biz çitin yanında ürkekçe dururken, kafenin sahibi yanımıza gelip, bisikletlerimizi bahçeye park edip, girişi karşımızda olan müzenin ücretsiz sergisini gezmeyi teklif etti. Bu teklif beni çok şaşırttı, çünkü genelde şehir sokaklarındaki mekanlara davet ediliyorsunuz. Biraz etrafımıza bakındıktan sonra kafeye girmeye karar verdik, gerçekten ilgimizi çekmişti. Büyük pencereler, 19. yüzyıl sonlarından kalma güzel fotoğraflarla dolu minimalist iç mekan. Hepsinin altyazılarını okumak istedim ama İngilizcem pek iyi değil:)
Evet, birçok kişi fiyatların çok yüksek olduğunu yazıyor. Ama burası parayla ilgili bir yer değil, kesinlikle parayla ilgili bir yer değil. İletişimle ilgili, hayatla ilgili, insanlarla ilgili. Mekan sahibi masanıza yaklaştığında zaman yavaşlamaya başlıyor, hatta siz konuşurken bile donup kalıyor. Evet evet, hem konuşuyorsun hem konuşmuyorsun. Ortam çok samimi, içten ve çok kişisel. Bu yer bana "Dünyanın Ucundaki Kafe" kitabının başlangıcını hatırlattı
John Strelecki.
Buraya bilerek gitmenizi tavsiye etmiyorum, burası sizi kendiliğinden bulmalı:)
Teşekkür ederim!
Not: Özellikle portakallı kek konusuna değinmek istiyorum. Bu gerçekten inanılmaz bir şey!!! Ve kahvenin üzerindeki köpük de büyülü:)
Yiyecek: 5/5 | Hizmet: 5/5 | Atmosfer: 5/5